
Zamanın nasıl bir oyun olduğunu, gerçekten var olma amacının ne olduğunu bilmeden belki de bunu bulmak için yaşıyoruz. Zaman sizden duygularınızı, anılarınızı yavaş yavaş işleyerek alıp verme dengesi ile sürdürüyor. Ama o zamanın içinde “şu an” da yaşarken, ne kadar yavaş değil mi? Geçmiş, geçmişte var olan bir değer. Gelecek, geleceğe dair kurduğun hayallerin kafandaki gerçekliği. Sadece şu an elde var olan gerçekliği yansıtır. Gelecekte planlarımızın dışında, hayatın bize sunacağı planı bilmeden tahmini şekilde ilerliyoruz. Oysa ki evrenin bizim için kurduğu düzen neydi? Hayattan değer verdiğiniz kimi çıkaracaktı?
Sanırım zamanın en acımasız yönü de bu. Yavaş yavaş, geçirdiğiniz süre içerisinde sizden en sevdiğiniz insanı kopartırken, geri kalan zamanda ona karşı hissettirdiği özlem ve sevgiyi bu kez onun yokluğunda hissettirip ilaç olmaya çalışıyor. Kurulmuş olan bu düzenin içerisinde, nasıl öleceğini bile bilmeden sadece yeniden tahminlerle düşündüğümüz hayatta ne için yaşıyoruz? Tek gerçek yaşam sebebimiz, ölene kadar en iyi şekilde nasıl yaşayacağımız. Bunu yaparken şu anı, anda olmayı da zamanın hızıyla birlikte kaçırıyoruz. Ölmek, ölmenin görünen zorluğu neye göre değişir? bunun cevabı da her dine, her fikre göre değişiyor. Aynı sonun, farklı kafalardan çıkan bin bir çeşit açıklaması.
Hayatta çok değer verdiğiniz, değer vermenin yanı sıra kendi içindeki iyiliği, sevgiyi, şefkati size yaptıklarıyla ve öğrettikleriyle gösteren birisinin kaybı, kaybının getireceği yokluğun verdiği acı. O yokluğa alışmanın, yaşattığı hislerden, varlığından zaman geçtikçe uzaklaşma ihtimalinin getirdiği korku. Ufak bir çocuğun, hatırlayamadığı hatıralarda bir his, bir duygu bırakabilmek ne büyük bir şey. Etrafında dönen o kadar detayın içerisinde sadece tek bir kişi ve onun getirdiği hisler. Kendinden bir parça gibi sevip, kendi yaşadıklarını değer verdiği insanlara yaşatmak istemeyen, sevgi ve acının arasında denge kurmaya çalışan bir melek. Belki de birçok şeyi paylaşabileceğimiz zamanda, zamanın Tanrı’nın kendisi olmasından seni bizden götürdü. Ne çok isteklerim, hayallerim vardı sana anlatmak, yaptığımı göstermek istediğim. Beni kendine benzetmen, beni anladığını bilmek, yaşadığın şeyde tek olmadığını hissetmek bile insana bir yerde rahatlatıcı geliyordu. 5 yaşındaki bir çocukken de, 24 yaşında bir kadınken de gözümde dünyada yaşayan, yüreği yıldızlardan daha parlak, melek kadar yumuşak olan biricik melektin benim için.
Zamanın birinde, bu kadar derin bir şekilde gerçeklik ile melek olacağını hiç düşünmedim. Bu sefer zaman, kendini hileyle ilmek ilmek işledi. Önce mide kanseri… sonrasında tüm mideye metastaz, ardından rahim kanseri, en sonunda son noktayı koyan bağırsak kanseri çok kısa bir süre içerisinde ayrılık çanlarını çaldı. Aslında herkes bir şekilde zamanın getireceği şeyi tahmin etse de, bunu ne sen ne de biz kabul etmek istedik. Belki hayat seni çok yorduğu için gitmek istedin, belki de bu dünyanın sana yaşattığı şeyler güzel yüreğin için fazlasıyla ağırdı. Bedenin taşıyamadığı acıyı, duyguyu ruh nasıl taşısın ki? Ya da bedenin kendinde gösterdiği acılar ruhun ağlaması mıydı? Ruh insan gözüyle görülmediği için bir şeyleri rahat saklıyor belki de. Ama beden zamanı geldiğinde, dışa vurduğu acılarıyla çözümleyemediği şeylerin rahatsızlığını yaşamaya başlıyor.
Narin ruhunun yıldızların arasında yer alması gerektiği zaman geldiğinde, hayatındaki geride kalan her insanı düşünerek ölümünü adım adım yavaşlatıp, tüm sevdiklerini alıştırarak gitmek nasıl bir fedakarlıktır ki? Onlar alışsın diye acı çekmeyi kabul etmek, acıya katlanmak. Hepsi seni kıran, seni üzen, seni çok seven, senin parçan olan insanlar için yaptığın çok büyük bir fedakarlık. Meleklerin sana müjdelediği haber ile gerçekten bir melek olduğuna hepimizi inandırarak gittin bu dünyadan. Son nefesini verdiğin gün, sabahın karanlığında yatağında uzanan bedenin son görevin için bekledi. “Bakın görün, ben artık buradan değilim. Bu bedenin ruhu burada değil.” demek üzere orada saatlerce bekledi, bekledi. Arife günü artık bayram sabahı ile birleşmişti. Bedenin beyaz çarşafın altında gizlenirken güneşin doğmasıyla dışarıdaki kuşlar ötmeye başladı. Hepsi kendi melodisi ile seni yolcu etti. Serin soğukluk odaya çöktü, bedenin çürümesini engellemek için özellikle gelmiş gibiydi. Ufak bir kız çocuğu gibi, yeni yerine uğurlandı.
Peki ya o anda, ruh neredeydi? Orada her şeyi görüyor muydu? Yoksa meleklerin yardımıyla çoktan bu dünyadan götürülüp, yeni bir alemin içerisinde bizlerin geleceği günü mü beklemeye başlamıştı? Ölen bir ruh, bulunduğu yerde ne hisseder? Özlem, sevgi, hüzün, mutluluk nedir bilir mi? Şu an bildiğimiz duyguları ruh gittiği yerde hatırlayacak mı? Gökyüzünde olduğunu düşündüğümüz yeni yerinde, umarım seni ne kadar sevdiğimizi hiç hissettiremediğimiz kadar hissettirebilmiş olmayı dilerim. Ruh denilen varlığın bunu gerçekten hissetmesi dileğiyle. Ruhunun bize yol gösterip, dünyadaki yaşantında olduğu gibi, ruh yaşantında da yol göstermesi dileğiyle…
